Reklamı Geç
Reklam
Diyarbakır
DOLAR32.5551
EURO34.9651
ALTIN2441.4
BTC/USD63322.57
Reklam Alnı
Haydar Alper Eser

Haydar Alper Eser

Mail: [email protected]

Reklam Alnı

Peter Pan Diyarbakırlı Mı?

Peter Pan Diyarbakırlı Mı?

Ruh Sağlığı alanında rahmetli Carl GustavJung ve İstanbul’da popüler çiğköfteci Ali Usta’nın aynı anda ortaya atmış olduğu bir kavram var:Çocuk Adam Bugün bu ‘’çocuk adam’’ temellendirmesini birkaç haftadır şehirdeki her kesim tarafından konuşulan bir konu ile bağdaştırmaya çalışacağım. Bir çeşit tezahür eksikliği oluştuğunun farkındayım. Bir kesim bir kesimin neden tepki verdiğini anlamıyor. Diğer kesim ise verilen tepkinin neden anlanmadığını anlamıyor. Bu durum biraz Cedricvari olacak ancak yirmi üç yaşındaysanız ve Diyarbakır’da yaşıyorsanız hayat gerçekten çok zor!

Önden belirtmemde fayda var ki bu yazının büyük bir bölümü tamamen şahsi fikirlerime ait. Bir bilim veya felsefe alanında olan yerleri zaten atıfta bulunarak açıklayacağım. Serginin ortaya çıktığı ilk günden beri tek derdim insanların verdiği/vermediği tepkileri anlamaya çalışmaktı. İkinci bir husus ise bir şeyi ‘’anlama isteğinin’’ o şeyi ‘’doğru bulma/kabul etme durumu’’ ile aynı şey olmadığını net bir çizgi ile ortaya koyamamamız. Örneğin bir insanın bir başka insanı öldürme fikrini anlamak istiyorum ancak bunu tasvip etmiyorum gibi. Sergiye dair kısa bir bilgilendirme yaptıktan sonra ‘’toplumsal psikolojik temellendirme kazısına’’ başlayabiliriz.

Ünü Dünyaya açılmış Sanatçı (ve bence aktivist) Ahmet Güneştekin 22 Aralık 1966’da komşu şehrimiz Batman’da dünyaya geldi. Resim, heykel yapımı ve en önemlisi ‘’kavramsal sanat’’ üzerine yoğun çalışmalarda bulundu. ‘’Hafıza Odası’’ ismini verdiği sergisi birkaç ertelenmeden sonra nihayet Diyarbakır Ticaret & Sanayi Odası (DTSO) ev sahipliğinde 16 Ekim’de Diyarbakır Keçi Burcu’nda ziyarete açıldı. Keçi Burcu 2015-2016’da Diyarbakır başta olmak üzere bölgede oldukça yoğun çatışmalara sahne olan olaylardan bu yana ziyarete kapalı durumdaydı. Eş, dost vasıtasıyla girmeye de gönlümüz razı gelmiyor, gözümüz kaldırmıyordu.

Burada burcun isminin Kürtçe kız/kızlar anlamına gelen ‘’Keçik’’ olduğu fikrinin yeniden bizleri ikiye bölmesi ile Ahmet Güneştekin’e ressam/sanatçı gibi görsel imge alanında uzman unvanların verilmemesi aynı noktaya tekabül ediyor. Mutlaka isimden önce köken gelmelidir bu toplumda. Hele de bir yerlere gelebilmiş, insanların sizden medet umacağı bir pozisyonu sağken görebilmişseniz! Örneğin Prof. Dr. Ahmet Güneştekin değil; Kürt Profesör, Antropolog Haydar Alper Eser değil; Ermeni Antropolog vesaire gibi!

Sergiyi ziyaret etmenizi ve eleştirmeden önce gidip yaşananları tüm çıplaklığı ile görmenizi ‘’önemle’’ tavsiye ediyorum. Belki tavsiyeyi bile şiddetle yaptığımız için birbirimize karşı tahammülsüzleşiyoruz. Sergi açılışında yurdun dört bir yanından pek muteber insanlar şehrimize teşrif ettiler. Bu teşrif sonucunda müşerref olduğumuzu ayrıca belirtmeliyim. Konuşmam böyle konularda ağdalı hale geliyor. Sanıyorum, kendimi toplumdan soyutlamaya çalışınca süper egoma fazla yükleniyorum.

Gelelim bu yazının çarpışma ve ilerleme noktalarından bazılarına, açılışın ilk iki gününde her şey mükemmel görüldü. Verilen konser sonunda yapılan eğlenceler ise ‘’ulan bizim acımızın üstünde keyif mi yapıyor be bunlar?’’ sorularını akıllara getirdi. Yahut birileri fazla medyatik düşündü ve bu konuda bir sansasyon yaratmak istedi. Önemli olan sergide yaşanan soyut hafızaların somutlaştırılıp ücretsiz bir şekilde tüm halka sunulması mıydı yoksa o siyah bazalt taşlar arkasında farklı fikirler mi yatıyordu?

Bilemem, psikolojik danışmanım ben. Müneccim değilim! Açık kısımlara konulan renk renk (yerel ağızda haftreng/yedi renkli) tabutların, aşağıda yürüyenlerin sanki gökyüzünden tabut yağıyormuş gibi algılamasına yol açan bazı (trajik mi desem yoksa komik mi bilemiyorum ama asla trajikomik değil) olaylar yaşandı. Sanatçı ‘’ey halkım ben sizin hafızanızı tazelemeye geldim, unuttuklarınızı sizlere yeniden hatırlatmaya geldim’’ dedi. Vatandaşlardan bazıları ise (ki fikren çoğu böyle ancak herkes uygulamaya geçirmedi şükür) ‘’maapeahmed,bız neyi unumişığ sen gelisen bize hatırlatmağa çalışisan?’’ dedi. Sadece şu diyalog üstüne minimal bir öykü kurabilirim ancak konu ciddi ve mizah yaptığımı görürse ağabeyler bana çok kızarlar maazallah(!)

2015-2016 bir futbol sezonu gibi değildi bu şehir için. Ömrü uzun olsun Mıgırdiç Amca’nın (pardon Diyarbakırlı ve afedersiniz Ermeni Yazar Mıgırdiç Amca’nın) kendi doğduğu sokağa giremediği, insanların evlerinin/iş yerlerinin viran edildiği bir yıldı. Büyümeye hızla devam eden şehirdeki yurtdışı uçuşlarının kesildiği, yurtiçi uçuşların ise ilk kez artışının azaldığı bir yıldı. Bunların dışında ve bence en elzemi de Diyarbakır başta olmak üzere Güneydoğu’da birçok şehrin dilbilgisi kalıbındaki ‘’etken fiil’’ durumunu unuttuğu bir yıldı. Her şey edilgendi. Cümlelerin sonu ‘’yıkıldı, boşaltıldı, ele geçirildi, teslim alındı, hükmedildi, sağlandı ve en çok duyulan yüklem ise öl-dü-rül-dü!’’ şeklindeydi. Kendi adıma bir sürgün ya da iltica sayılır mı bilmem ancak üniversitem ile aynı tarihe denk geldiği için Antalya’ya kaçmış ve olan bitenleri oradan içselleştirmeye çalışmıştım.

Peki, neden tepki verdi insanlar? Neden tepki vermeye devam ediyorlar? Güneştekin ve eşrafı bu toplumdan beklediklerini bulabildiler mi? Bakanlıklar ile ‘’kutsal olan ne ise orayı karıştırmalıyız’’ fikri üzerine bir ortaklık mı yaptılar? Annelerin dahi önüne bir sıfat gelmedi mi bu şehirde? Cumartesisporlu annelere karşı Barışsporlu anneler ve ortak özellikleri ise mutlaka ince tığla kenarı örülmüş leçekler! (Leçek, bir çeşit yazma türevi işte.)

Diyarbakır ve İstanbul başta olmak üzere Kürtler, Ermeniler oradaydı. Gezi turlarını hesaba katarsak Mardin merkezli Süryani dostlarımız da geldiler. Temsil bakımından düşündüğümüz zaman toplumda bilinen ve genele seslenen Araplar da yerlerini almışlardı. Dikkat ettiyseniz isim saymadım. İsimlerin önemi geçeli çok oldu. Unvanların, eğitim durumlarının, insani özelliklerin önemi yoktu, bitti onlar, eskidendi. Önemli olan annenin seni nerede doğurduğu, hangi dili duyduğun, hangisine zorlandığın ve hangisini reddettiğin! Tamam, her şey iyi güzel! Alan memnun veren memnun! O halde ‘’Hafıza Odası’’ isimli bir sergide neden ‘’Aaameeeed, uyuumaahaafızaanasaahipçıık!’’ diye sloganlar atıldı? Hafızaların kavgasını mı izledik biz? Var olan hafızaya karşı yaratılan hafıza ve sonrasında da asıl hafızanın ilki olduğunu hatırlatan hafıza mıydı gördüklerimiz?

Cedric üzerinden devam edebilir miyim? Yirmi üç yaşındaysanız ve Diyarbakır’da yaşıyorsanız ‘’hafıza’’ kelimesinden nefret ediyorsunuz. Suriçi’nde insanlar bazalt taş fetişizmi üzerine birkaç fikir inşa ediyor. En çok onlar biliyor, en iyi onlar hatırlıyor ve sizlere sadece o kalender, mürşid insanların karşısında bacak bacak üste atmayı ayıp saymak zorunda olanmüridler olarak oturmak kalıyor. Peki, gerçekten bir şey yapıyorlar mı bu şehir için? Elbette, sözlü hafızayı güçlendiriyorlar. Bu konuda insanları kademelendiriyorlar, (afiyetleri olsun) çay içiyorlar, şiir yazmaya çalışıyor ve şiiri öldürüyorlar. ‘’Sonbahar hüzündür, kardelen umuttur, peki Diyarbekir bu mudur?’’ Bahsedilen Diyarbekir için ayrıntılı bir okuma yaptığımı düşünüyorum. Sergi birçok gazetede 16 Aralık tarihine kadar açık kalacak şeklinde lanse edilmişti ancak doğru tarih 31 Aralık olmalı. Gidin, gezin, sorun, görün, eleştirin. Filistinli Şair Mahmud Derviş’in dediği gibi ‘’bu kavşakta eleştiriden yardım almak için çırpınıyoruz.’’ Eleştirmek ayıp sayılıyor, yıkın ve paylaşın içinizden geçenleri. Ancak gitmeden mutlaka okumalar yapın ki gördüklerinizin birey ve toplum nazarında hangi konularla bağdaştığını algılamanız kısmen daha kolay olsun.

‘’Kayıp Alfabe’’ ile devam edelim. O denli yaygın ki ‘’faili belli ancak söylenmesi yasak olan meçhuller’’ bunlar üzerine bir sanat eseri ortaya konuluyor. Güneydoğu’da bu türden bireylerin adlarını taşıyan cadde, sokak, kütüphane, alt geçit, merdiven, mahalle ve benzeri sosyal mekânlara hayali bir isimlendirme ile oluşturulan tabelalardan oluşuyor bu. Diyelim ki doksanlı yıllarda babanızı kaybettiniz. Geliyorsunuz ve orada onun adının bir parka verildiğini görüyorsunuz. İki durum geçerli olabilir bu durumda. Ya sanatçı verilen isimlerden rahatsız ve asıl bu insanların isimlerinin verilmesini istiyor ya da sizler bir bedel ödediğiniz için otuz beşe elli bir demir plaka ile ödüllendiriliyorsunuz. Mekanları cennet olsun ya da Allah hakkınızı koymasın, hangisine ‘’amin‘’ derseniz, sizin kararınız. Sonraya dair bir şey yok. Sadece görüyorsunuz. Kimse dirilmiyor, bu konuda geçmişe dönük bir çalışma başlatılmıyor. Sadece görüyor ya da illa bahsettikleri şekilde aktarmam gerekirse hatırlıyorsunuz.Hatırladım, sonra ne yapayım? Devam edin, yeni istikamet ‘’Analar Duvarı’’ olmalı. Tabutlardan da renkli bir konsept ile kurukafalar sizlere merhaba diyor. Cumartesi Anneleri, kaybedilen yakınlar anılıyor, hatırlanıyor. Serginin en güzel yanlarından biri de Diyarbakır Anneleri’nin bu Cumartesi Anneleri temelinde yapılan alana ziyarete gitmesiydi. Anneliğin kutsal olduğu ve politik bazı durumlara alet edilmemesi gerektiği, evladının kemiklerini bir poşete bırakan yahut bir kargo ile teslim almak zorunda bırakılan insanların da bahsedilenler gibi ‘’anne’’ olduğu konusunda uzlaşılmalı. Tatlıcıların isimlerinden önce kendilerini ‘’Hacı’’ diye sıfatlandırmaları gibi bizler de anneleri kodlamaya devam ediyoruz. Bu bahsettiğim ‘’sınıflandırma’’ konusunda belediye (aynı zamanda valilik) ve karşı cephedeki DTSO kıyasına değinmeyeceğim bile. Renkli tabutların (hani şu bazılarının burçtan aşağı uçurulduğu) yer aldığı dış kısımda ‘’Çürüme’’ adı verilen oldukça mekanik ve vurucu bir kısma geliyoruz. Felsefi bir yaklaşımı var olaylara ancak bence fazla felsefi. Yani halk tarafından öyle anlaşıldığını düşünüyorum. Tabutun normalini görmekten bıkmış bir milletiz, kaldı ki renklisine hiç tahammülümüz yok. Mesaj baki kalsın, ölümler uzak olsun. Bosna veya Kuzey Irak’ta yaşanan katliamlar sonrasında yapılmış ‘’gerçek’’ dramlar da bu noktada akıllara geliyor.

‘’Türkçe Konuş!’’ diye bağırılan ve sonuna doğru bir kemer ile ağzımızdaki üç harfin (bende birkaç tane daha var ancak onlar orada ve o alfabe ile yazmıyordu) dövüldüğü ‘’5 No’luKoridor’’ ise bence içlerinde en somut olanı. Fazla ‘’ben buradayım, ben bohem tanrıçasıyım, beni görün ve etkilenin’’ diyen bir alandı. Bu noktada bir yaşantısı olanlar için hatırlatmak bir kenara rahatsız edecek boyuta dahi varabilirdi. Bunda elbette mekân kullanımının çok büyük bir etkisi mevcut, bunu çok net anladım. İşlerin başarısı tartışılmaya açıktır ancak mekân kullanımı konusunda sanatçıyı, odayı ve fikir verenleri ayakta alkışlıyorum.

Kullanılan bu mekânın yapılan işi daha iyi yansıttığını gördüğümüz bir diğer alan ise ‘’Hafıza Tepesi’’ adı verilen onlarca/yüzlerce lastik ayakkabıdan oluşan bir yığın. Hrant Ağabey’in yüzüstü yatarken bizlere son kez gösterdiği altı aşınmış ayakkabısı, Gergerlioğlu’nun abdest almaya giderken içeride kalan ayakkabısı gibi birçok ayakkabı burada bizlerle iletişim kurmaya çalışıyor. Toplumun birçok kesimi dışında siyasi arenadan birçok kesim ise ‘’onlar varsa siz onlardansınız, neden bizleri de eklemediniz ki bizden olasınız?’’ şeklindeki altı ile dokuz yaş arasındaki argümanları ile açıklamalarda bulundular. (Ben Haydar ile küstüm, onunla konuşan benimle konuşmasın, ühü!) Ve geldik en harikulade olanına, ismine en çok hayranlık beslediğime:

Yoktunuz!Şimdiye kadar ‘’olan biteni her kesimden alıp ortaya koyma’’ diye aktarabileceğimiz sergi bu noktada isim itibariyle daha suçlayıcı, harekete geçirmeye çalışan bir hava yakalıyor. Yoktunuz, bunun için utanın ve gelin şimdi olun. Olabilir mi? Mümkün mü? Yoktunuz! Peki, yazının ismi olarak düşünmüştüm ancak soru cümlesi şeklinde yöneltmem daha doğru sanıyorum:

Kim vardı? / Hanginiz vardınız? Sergiye dair değil de sergiye gelen tepkilere dair birkaç cümlelik son açıklamamı yapıp bağdaştırmak istediğim konumya geleyim. Elbette çok büyük bir değerdir ancak savaşa, kıyıma dair bunca iç içe yaşam sonucunda sevinmemiz gereken bir haberin konusu bile savaş ve kıyım temelinde gerçekleşti. ‘’Dolapta ne varsa sofraya o gelir’’ diyor ve çok kurcalamıyorum. İnsanların bu noktada tahmin edebileceğimizden daha derin yaraları olabilir. Üzerinden çok az bir zaman geçince bedensel iyileşme sağlansa bile psikolojik iyileşme sağlanmamış olabilir.

Şehirde bu noktada travmatik sayılabilecek çok sayıda hatırlatıcı var. Hala o sokakların arka kısmına geçemiyoruz. Perşembe günleri mezarlık ziyaretlerinde hala o kazulet evlerle burun buruna gelebiliyoruz. Mimari alanın bizleri etkilemesini geçtim, hasta yatağındaki bir insana başsağlığı vermek gibi bir şey bu herkes için. Henüz kesin bir ölüm gerçekleşmemiş. Gerçekleşmişse bile bunu birçok kesim kabul etmek istemiyor. Amacımız yüzleşmekti ama ne ile? Olanların müsebbibi bizler miyiz yüzleşelim? Acınızı kabul edin ve artık önünüze bakın felsefesi mi yatıyor bu noktada? Acımız mı küçümseniyor yoksa önümüzdeki güzel günlere dair bir vaatte mi bulunuluyor?

Kimse kusura bakmamalı! Denilenleri ister sosyolojik bir çıkarım olarak alın ister insani bir fikir, hiç sorun değil. Ancak Diyarbakır halkının bir kesim, görüş, şahıs, dayanak noktası fark etmeksizin hiç ama hiçbir şahsa, konuma, makama, görüşe, zihniyete karşı bir güveni kalmamıştır. Yaşanan onca olay sonucunda toplumun tüm sinir uçları harap olmuş ve iyileşmesi beklenmeden sanki iyileşmiş ve hatırlamaya ihtiyacı varmışçasına muktedir bir tablo çizilmiştir. Oysa hatırlamak için önce unutmak gerekir ve unutmayan birine hatırlatma yapmaya çalışmak son derece ‘’rahatsız edici’’ olabilir. Bu rahatsızlık bir öfke haline gelebilir. Bireysel ya da kitlesel davranış kalıpları içerisinde kimlik kazanabilir. Yoğurdun içerisine salatalık doğrayıp çırparsak, cacık olur. Bunun başka ne olmasını beklerdiniz? Bir diğer konu ise tahammül eşiğinin düşme sebebini bize en iyi açıklayan husus zannımca. Evet, sizler de biliyorsunuz: Çözümsüzlük! Gelsek, gezsek, paylaşsak, hak versek, hissetsek, anlasak ve anlatsak dahi olanlar oldu, ölenler öldü! Elbette önümüzdeki süreçler için yeni ve daha sağlam köprüler kurmak hepimizin faydasına ancak insanlar bu noktada hatırlamaya pragmatist bakamıyorlar. Hatırlama dışındaki her şeye pragmatist düzeyde bakan bir toplum haline geldiğimiz için ise olanlara şaşırmıyoruz.

Onlarca iş, sanat, cemiyet (ki bu zıkkımın ne olduğunu bilmiyorum) ve siyaset camiasından insan geldi görüştü, konuştu. Bizimkilerin tabiriyle öpüştü, koklaştı ve sonra ne değişti? Sosyal medya oldukça renkli fotoğraflara tanıklık etti. Biraz zor bir cümle olacak ancak ‘’hafıza odasının’’ hafızası insanların hafızasına farklı kazındı. Halaylar, erbaneler, konserler, rakılar, rokalar, halaylar ve insan olmaya dair daha pek çok belirli, bizler uzun zamandır insan olmaktan mahrum bırakıldığımız için bizlere zıt düştü. İster istemez söylendi tabi ‘’ma millet öldi, mahvoldidiyisiz sonra gelisizburdaeglenceyapisiz, Allah size xeyr vere’’ diye. Rahmetli Jung bu yazılanları iyi ki okumadı. Şayet okusaydı onu bunca şey ile birleştirdiğim için beni psikoloji cemiyetinden aforoz ederdi. (Bu cemiyete de iyi sardım, sonumuz hayrolsun.) Sıklıkla kullandığı ‘’PuerAeternus’’ dediğimiz bir kavramı var. Tanımlamak gerekirse ‘’sonsuza kadar/ebediyen ergen olmak’’ anlamına geliyor. Jung bunu bir mitoloji üzerinden insan yaşamına aktarmış. Bazı insanlar bedenen büyüse bile ruhlarının hep çocukça kalabileceğini gözlemlemiştir. Bu insanlar zorlu durumlarda kaldıkları zaman mücadele etme yolunu ebeveynlerine sığınma olarak bulurlar. Bir süre sonra bu bahsedilen durum bir döngü haline dönüşür ve alan içerisinde (cemiyet değil, psikoloji olandan) ‘’Peter Pan Sendromu’’ diye isimlendirilen bir yere evrilir.

Çizgi filmde izlediğimiz Peter Pan bu noktada ismin geldiği yer ve en iyi örnektir. Çocuk kalmaya adeta mahkûm edilmiştir. Yaşamın gerçek yüzüne karşı ilgisizdir. Bir hayal dünyası içerisinde debelenir. Sıklıkla erkek çocuklarında görülen bu durumda annenin rolü ve işlevi oldukça önemlidir. Annenin geliştirip devam ettirdiği ‘’aşırı koruyucu tavır’’ çocuğun çocukluğuna devam etmesine yol açabilir. Davranış kalıplarında ‘’geri çekme’’ denilen eski dönem hareketleri dahi görülebilir. Rahmetli (Jung) bu tür anneleri ‘’Yutan Anne’’ olarak tanımlamış. Haydarım, duçavêmin, sen ne anlatıyorsun diyorsunuz. Komplo teorisyeni değilim ve bu durumu bilinçli olarak yaptıklarına da şahsen inanmıyorum ancak yapılan sergi ‘’büyümemizi’’ engellemek ve bizleri o anneye muhtaç bırakmak için düzenlenmiş bir illüzyon mu diye sordum kendime ilk günden beridir. Yeni bir hafıza yarattıktan sonra ‘’Yeni Türkiye’’ gibi bir ‘’Yeni Diyarbakır’’ mı yaratılacak?

Bu şehri Peter Pansendromuna sahip bir çocuk olarak görüyorum. Annemiz bizi yutmak mı istiyor gerçekten? Yoksa bahsettiğim her şey dışında, biz büyüdükten sonra bir yerde patladık ve şimdi ürkekleştik mi? ‘’Çürüme’’ denilen sergi alanı dışında tüm şehir yavaş yavaş çürüyor. Cadde, sokak, mahalle isimleri her geçen gün değişiyor ve belediye hesaplarında devrimci ağabeylerimiz kavgaya tutuşuyor. Başka bir ilden gelen birine göre tüm taşlar yerine oturuyor ancak burada yaşayan insanların taşları havada kalmış. Bazı taşlarını da birileri edilgen fiil hâkimiyetinden güç bulup çalmışlar. Burcun dışında kurulan ‘’Yeni Diyarbakır’’ beni tedirgin ediyor. Umarım 31 Aralık sonrasında sergiden dışarı çıkıp ‘’Baksana! Şehrin kendisi bin betermiş!’’ demeyiz. Zira şehrin kendisi her geçen gün daha ‘’beter’’ bir hale geliyor. Alfabe dışındaki üç harfe bizzat ebeveynler evlatları daha ‘’kibar’’ Türkçe konuşabilsin diye kemer vuruyor. Yapılan yerlerin asla bir ‘’yuva’’ olmayacağı bilindiği için ise kiralık ve satılık ilanlarda mülk sahipleri orayı kuru kuru ‘’ev’’ şeklinde tanıtıyor. Yarın, fazlası ile geç olmakla meşhurdur ve pelerinimi yazlık giysilerim ile birlikte bu yazı dâhilinde hurçlara kaldırdım. Gelin hazır kafalarımız bu denli karışmışken ‘’Bu Çıkmazda’’ kalkıp Tahran’a gidelim ve Şamlu Ağabeyimize kulak verelim.

 

tuhaf zamanlardayız sevgilim!
gecenin bir yarısı kapıyı çalan
ışığı öldürmeye geliyor.
ışığızulalamak en iyisi!
ellerinde kanlı satır ve sopalarla
köşe başlarını tutmuş kasaplar.

tuhaf zamanlardayız sevgilim!
dudaklardan gülmeleri kazıyorlar,
ağızlardan şarkıları.
neşeyizulalamak en iyisi!
zambakların ve leylakların ateşinde
kanaryaları közlüyorlar.

tuhaf zamanlardayız sevgilim!
cenazemizde şölen yapıyor şeytan,
kendinden geçmiş, zaferine kadeh kaldırıyor.
tanrıyızulalamak en iyisi!  Bitirelim! Bir başka yazıda görüşene dek hafızanızı diri tutmaya bakın ya da ‘’hafıza’’ diyen gördüğünüz an oradan kaçın! Sağlıcakla kalın!

Yorum Yazın

Reklam Alnı
Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar